30 Aralık, 2012

Sorular ve Cevapları; - Nasılsın?

Gündelik bazı sorular zaman zaman zorlaşır... Alışılagelmiş gündelik cevaplarla gerçekliğin uyuşmadığın da mesela.. 

Kimi zaman cevaplaması en zor gelen soru da "nasılsın?" olur benim için bu nedenden... Cevabı ya beklenenin dışında ve üzücü, ya karmaşık ve söze dökülmesi zor, ya tanımsız ya da dile getirilmek istenmeyen olduğundan... 

Geçen yıl bu zamanlar boğuştuğum onca şey içinde bana en zor gelen ve hatta içimi acıtan soru imiş nasılsın?... Bu yıl yine zor sorulardan bir tanesi kendisi. Zor çünkü içimi bu kadar coşku ile dolduran, gerçekliğimi hayalime bu denli yakınlaştıran bir hali tanımlamak alışık olduklarımdan değil. 

Bu aralar sorarsanız bana nasılsın? diye, hızlıca cevaplayabiliyorum; iyiyim. Ama yetmiyor, yetinemiyorum. Çok iyiyim demek, kelimesini bilmediğim hislerimi paylaşmak hatta bulaştırmak istiyorum. Herkes öyle olsun... 


23 Aralık, 2012

Deniz Yildizi...

İlk kez bugün çizdirdi kendini...
Yıllardır sadece ismini bahşeden deniz yıldızı, bugün resmettirdi kendini..

Küçük Kırmızı Deniz Yıldızı...
Ne iyi ettin de bırakıp gitmedin bu bedeni, ben oldun,"ben" olabildim seninle...

22 Aralık, 2012

Yine...


Yılın ilk karını yine Family'de karşıladık.
2009'dan 2010'a geçtiğimiz kış gibi...

Yine, aynı şey yoktur... Tabula Rasa.
Yeni olansa, çekici ama zor.

V.GvSH Eğitmen Eğitimi

28 Kasım, 2012

"Bağ"

Her müziğin, her filmin, her yolculuğun, her kentin hatta kentin her bir köşesinin, her mevsim kokusunun taşıyıp geldiği başka insanlar var... Bağlı hissettirdiği, O'nu gördüm dedirten ama söyletmeyen... Yokken, çok hissettiğim, denemeden bildiğim güven gibi, tanımadan içini görmek hissi gibi. 

Hal böyle iken, nasıl kabullenebilirim ki bağlılığın tekliğini... 

Hep yek! 

25 Kasım, 2012

Antropoloji'yi

.... sevdim çünkü toplum ve toplulukların ölçeğinin küçüklüğünü ' işgal ya da istismar ettikleri ' çevrenin küçüklüğü ile tanımlıyor. Düz ve dürüst!

bir de küçük ile büyük arasındaki olumlama halini yeniden tanımlasa ve küçük iyidir! desek mesela...

01 Kasım, 2012

Bayramdan Bayrama..

İki bayram arasında neler geçmiş, neler birikmiş...
Ama en çok geçmiş, gitmiş, bitmiş ve değişmiş...

"Bekleme'nin tek başına oturaklı bir eylem olduğunu öğrenmişim. Öfke, pişmanlık, doğruları çarpıştırma, iyiyi kötüye savunma ama gerçekten uzaklaşmanın da eziyetini çekmişim.

Sakin olmayı öğrenmişim, beklerken yapabileceğim en erdemli işi o bildiğimden...

Kötü söylememek için susmak değil de, doğru kişi ile ilgili şeyleri konuşamamaktan korktuğum için susmayı denemişim.

Küskünlüklerime kızmayı da, hayalle gerçek arasında kaldığımda bocalamayı da bu iki bayram arasında öğrenmişim.

Yüklerim ağır gelse de kaçmamayı, bana ağır geldi diye başkasına atmamayı, kendime kızdım diye kapatmamayı da...

İnanmanın bedelini taşımayı, gerçekleri mi oldukları gibi görmeye çalışmayı, sinek uçtu diye aş başından kalkmamayı öğrenmem gerekliliğini fark etmişim. Takıldığım taşlar büyük olsa da, canım çok yansa da içimin sızısının anlamını unutmamayı...

Gitmek istemişim, en çok kalmak istediğim yerde duramadığımdan... Varsa bir tek ihtimal bile sonra pişman olmamak ve yıllar boyu bu yükü taşımaktan korktuğumdan gidememişim, beklemeyi öğrenmişim.

Rüya gibi, masal gibi olunca duyduklarım, hayalimle gerçeğim karışmış, şaşırmışım.

Beklemişim, içim sıkılmış göğüs kafesimi kesmek istemişim...

Yükleri toparlayıp denk yapmışız, koyacağımız yeri bilmesek de artık olacak olanla olmayacak olanı tanımlayabilmişiz...

İstemesek de gittiğimiz yerler olmaya devam etmişler ama umudu da kaybetmeden... Veda ettiklerim olmuş, unutmaya çoktan hazır olduğum...

Bayramdan bayrama çok olmuş aslında... Az olmuş, zor geçmiş zaman çok olmuş.

Dualarıma şükürlerim var, üstüne biriken yeni dualarım da...

Korkularım var hala, korkularımı taşıyarak yürümeye cesaretim de var ama...

Savaşı seziyorum... hep yok muydu sanki?

Yanında olduklarımı da, sağladıkları güveni de seviyorum, bunca tedirgin ve güvensiz bir zamandan sonra biraz bocalasamda...


20 Ekim, 2012

Toparlama

Derli toplu bırakayım derken zihinden, değişen gündemle beraber fizikselde abartıp zihinde toparlanmayı biraz unuttum mu kendi içimde ne?

Güz bayramları, en çok bu işe yararlar....

08 Ekim, 2012

Bahçeyi Özlemek...

İstanbul'da her şeyin yerli yerinde olduğu bir sonbahar günü; aniden ve gürültülü gelen ama kısa kalan hızlı yağmur, arka sokakta yağmurdan kaçan çocuk sesleri, "bereket geldi" diyen nine, açık camları kapatma telaşı, balkon kapısından mis gibi içeri dolan yağmur kokusu, griye yakın gün, hafif ateş, boğazda tıkanıklık ve akıntı biraz da öksürük.

Yani, bahçede yapılmış tarhana, bahçede kurulmuş turşu ve bahçeden toplanıp kurutulmuş ıhlamur günü bugün...

Okumayı bekleyen, başlayıp yarım bırakılmış kitaplarda gezinirken listeye daha da fazlasını ekleme zamanı, her sonbahar olduğu gibi.

Tazelenmeyi beklerken, enerji tasarrufuna dikkat edip, acıyan ayağında üstüne basmamaya çalışarak yapılacak işler listesini temize çekme ve güncelleme, günün en önemli işi. Taze ve enerjisi hiç bitmesin istediğim bir hikayenin kelimelerinin yazılmasını beklerken kalmasın diye eksik bıraktığım işlerim.

Bu gün çok İstanbullu bir sonbahar gününde huzurla bahçeyi özledim. Eski sonbaharlar gibi diye geçti içimden, mekanda sakin, zamanda dingin ama koşturmacada zihnim.

Tarhana yanında turşu, ve ıhlamur akşam saatlerinde.
Odamdaki masamda da mutluyum ama, asma altındaki masada battaniye altında oturmak vardı şimdi!


03 Ekim, 2012

Ayma Hali...



Aylardır çektiğim karın ağrısının kelimesini buldum bugün; baskı...

Yönü, şiddeti, etkisi, ögelerinin hepsi koca koca ağırlıklar küçücük ayma anında. Midemde toplanan hislerin yarattığı öğürme, kusma arzusu da yanında...

2009 yazından sonra 2010 kışına dönüyoruz, yerle bir eden dengesiz bir yazdan sonra güçlü bir kışta aklımın başıma devşirildiği... Bana ne yapıldığına ve ne olduğuna benim izin verdiğim meselesi...

Şimdi, dahası da var biraz... benim nası bir ihtiyaçla o karın ağrısını yaşatsın diye bana birilerini görevlendirdiğim hayatımda. ve kendimden habersiz debelenmeler, hem de kendini çok ne yaptığını, ne istemediğini bilir sanıp da...


Genç Kampüs Eğitimi,  
Kadıköy/Rıhtım


05 Eylül, 2012

Derli Toplu...

Derli toplu bırakmak iyidir ya,

yolculuğa çıkarken evi; hem ne olur ne olmaz, insanın başına ne gelir bilinmez diye, hem de ferah ve temiz olmak için döndüğünde.

dönem bittiğinde ders notlarını; hem öğrenmişken ve bildiklerin tazeyken, lazım olursa tekrar kolay ve pratik olsun diye bilgiye ulaşmak hem de lazım olursa diye bir başkasına.

Her ikisi gibi şimdi, hem ders notlarımı hem evi derleyip toplama zamanı şimdi. Derli toplu bırakmak iyidir ya hani...

Bir de kendimi. Kendimi bir yere bırakmayacağım ama - belki de kaybettiğimdendir bir süredir kendimi, kimliğimi - kendimi de derleyip toplama vaktidir şimdi.

Yorgunluktan canımın acıdığı günleri anımsıyorum, kendimle girdiğim mücadeleleri.
Haklılığımdan emin olduğum davalarda yanlışlarımı, hatalarımı, haksızlık ettiklerimi de bulup görüyorum.
Üzülüyorum, pişmanlık duyuyorum, ah ediyorum ve muhtemelen ah alıyorum.

Özür dilemeye, teşekkür etmeye hazır olduklarım var; umarım yapabilirim.

Yeni heyecanlara ve zorlara hazırlanırken, heyecanımı sakin, zoru makul kılmaya çalışıyorum. Yaşanabilir ve yapılabilir.

Değişimin, dönüşümle olanının seven ve evrimci yanımla hemhal oluyorum bu aralar. Dillendiremediğim, belki henüz kendime bile söyleyemediğim değişimlerin sancısıyla yoruluyorum.

Sızlanarak olmaz, öğrenmeye bak demişti ya üstadlardan biri... Öğrenmeye dönüyorum yüzümü yeniden... Yeniden demek, zor bir itiraf. Kapattığımı, görüp duyamadığımı geçip karşıma söylemek kendime...

Kim bilir daha neler var böyle, şimdi görüp anlayamadığım.











01 Eylül, 2012

Kesmek Eylemi

Göğüs kafesimi ve karın zarımı kesmek eylemi ile tanıştırmak istiyorum. Göğüs kafesimin en üst, en orta, en kendini bilmiş ve beğenmiş noktasından başlayıp karın zarımın en alt orta noktasına kadar usulca, tereddütsüz, işlek ama sakin bir hareketle kesmek istiyorum.

Neden mi? Çünkü iç organlarımı, kaburgalarımı, kalbimi ve nefesimi zorla bir arada tutuyorlarmış gibime geliyor. Çünkü nefes alırken darlanıyorum.

Yetmez mi?

Ya da, her aklına geldiğinde seni defalarca tecavüz eden bir adamın, sırf konuda iktidar sahibi ve karizmatik otoritelerce görmez gelinmesinden ötürü tecavüzden zevk almakla suçlandığın ama tecavüzün kendisinin suç ve zarar verici olmasının hiç konuşulmadığı bir ortamda, tecavüzcünle tecavüz mekanında her gün defalarca yüz yüze bakmaya zorlandığı hissetmek gibi.

Bence şimdi oldu.
Kusmayı becebilen bi insan değilim ya, o yüzden böyle oluyor galiba.
.

30 Ağustos, 2012

E Sus / Es - Us Zamanları...

Sus sus sus...
Es ver, Us'lu ol!

Konuşmaktan, anlatmaktan, kendi kendime "acabalar" ile yaklaşmaya çalışmak ve kaç boyutu olduğunu bilmediğim bir gerçeği tüm boyutlarıyla görmeye çalışmaktan yoruldum. Hani böyle günlerce uyursunuz da, hem yorgunluğunuz geçmez, hem gerçekle hem rüyayla uğraşırsınız ya...

16 Ağustos, 2012

Böyle Geceler...

Böyle gecelerin sabahlarında hep bir ses bekliyor insan, bir mesaj. Evrenden, doğadan, arkadaşlardan, dosttan, adı olmayan sevgiliden...

Gökyüzünün seni sarması güven verirken, kafanı kaldırdığında gördüğün gecenin fazla geldiği gecelerde yani...
Söylediğin, söylediğini duyduğunu bildiğine söylediğin ve söyledikçe sustuğun geceler... Ağlamak ya da ağlayamamaktan bitkin düştüğün... Konuştuğun, konuştuğun, tüm zehrini atıp barış için beklediğin... Uykuya susadıkça uyumanın fazla geldiği gecelerde yani, kendini sokaklara attığın ama kaçtığın eve geri döndüğün...

Geçmişle o an arasında bir sünger çekmek için hevesle beklediğin gecelerde, bir sonraki cümlenin yeni bir sabah ile yeni bir şeye kurulması için sabırsızlandığın gecelerde yani...

Hiç ses gelmeyeceğini bile bile, belki de kaçmak için kendi sesinden, beklersin işte bir ses gelecek diye.
O ses gelmez, o öyle bir sestir ki, geldiğinde duyabilmektedir kişinin marifeti... Duymak için susmayı ve yüreği susturmayı öğrenmeli....

 15 Ağustos'12
Bir Çengelköy gecesi, ya da erken sabahı işte... 

Ve dahası...

Birbirinin peşi sıra gelenler...

Ne zaman biteceğini bilmiyorum bu gelmelerin, ama götürmek için geldiklerini biliyorum.

Ya benden bir şeyler götürmeye, ya da beni bir yerlere götürmeye...

En büyük hayalim, en büyük hayal kırıklığım oldu demiştim ya, bir ihtimal daha var belki; hayal etmeyi beceremediklerim...
Dua etmekten korktuğum gibi, hayal etmekten de korkuyorum çoğu kez. Gerçek olduğu yerde, gerçekliğini bilememekten... Bir de, bir yol var ki bu aralar, hayalinden başka sığınak ve ihtimali olmadığı gibi, olmadan da yapamadığım...

Aklım, bedenim, beynim ve yüreğim... Hepsi başka bir telaşta bu ara...Ruhum ise, beklenenin ötesinde sakin ve dingin, yorgun tabi bir de... Heyecan ve mutluluktan başım dönmüyor -ki dönebilirdi de- ama dinginim, huzurlu gibiyim. Hatalarıma yaklaşırken daha yetişkin, heveslerime bakarken daha çocuk...

Aslında, dönüp bakmayı canımın istemediği günlerim de uzakta değil çok... Bir türlü dönemediğim blogumdaki eşik, temiz geleceğim sözü mesela. Temiz desem değil ama kirli de değil, hafif değil ama ağırlığını da kaybetmiş bir mevzu gibiler şu anda. Belki kirin, pasın benim asıma yazılmış çöpler olarak ayan beyan olduğundandır ortada...

İnancımı kaybettiğimden, gücümü yetiremediğimden... Karar vermenin rahatlığı, vazgeçmenin ızdırabını bastırdı. Yine sonsuz belirsiz önüm, ne gelecek başıma bilmiyorum. Sadece iyi olacağına inanıyorum, inanmak zor değil çünkü niyetime de eylemime de güveniyorum. Anlatamasam da doğru kişilere ne/ nasıl, o en derinde kurduğum hayali bekliyorum.  Dahası, dahasını da duyuyorum bu günlerde. En çok açık kapı bulacağımı sandıklarımda çat çat birer birer kapanırken kapılar suratıma, beklentisine bile girmediğim kocaman kapıları görüyorum.

Küçükken yaptığımız gizli niyetli, bol geyikli espriler geliyor aklıma... Gülümsüyorum...


10 Ağustos'12 / Asos

Ve dahası...

Çok değil, bir kaç ay önce umut dolu imiş yazdıklarım bu deftere... Sevgiden, birlikte var etmekten dem vurmuşum...

Bu bitmek bilmezcesine uzun ama aslında kısacık zamanda yüklemlerimin yönünü böyle hızlı değiştiren ne oldu?
Ne oldu da en büyük hayalim, en büyük mutsuzluğum oldu?
Ben ne yaptım? Ben kime ne yaptım ve ne oldu bana?

Hala bir köşesi - odak hissettiğim ama bana uzak duran köşesi- alev alev, heyecanlı, inançlı ve beni var edenken, meydan yerinde görünen bu öfkem de ne? Nasıl yerleşti bu soğukluk içime?

Nasıl büyüdü? Ne oldu bana? Kendime ne yaptım?
Nerede bıraktım? Nerede unuttum?
Ne zaman vazgeçtim? Niye yaptım bunu kendime?


Bir dönemin dönüm noktası olan dönemselden.... 
Ağustos'12

Beklenen Buluşma...

...'yı yaşıyoruz bu gece...

Pek çoklarından arınıp gelmeye söz vermiştim kendime, temiz gelmeye...
Arındım da... Ama gelemedim.

Bir Kaş tatilim var; unutulmasın diye yazmak istediğim...
Öncesinde bir doğa kampı, sonrasında bir dönemsel yaz projesi var; dönüm noktalarına vesile olan.
Kutlu bir savunma jürisi deneyimi var; pek çok yönden beslenen sevinci içime sığmazken başka başka tatsızlıkların arasında yitip giden...

Şimdi...
Birikmişlerle dönüyorum dükkana... Yüzüm yoktu gelmeye ya, kürkçü dükkanı işte...

Küçükken ben daha, büyü artık dediler diye galiba bunca sancı... Ya da kırmaya çalışırken kabuğu, vurdular diye kafama. Her ne ise; canım acıyor işte. Canım acıyor derinlerden bu günlerde.. Hem de, hiç hesapta olmayan başka kocaman sevinçlerim de varken perde arkasında. O'nlar şimdilik bana kalsınlar, habersizlerken kendilerinden...

Tarihi geçmiş ama içimden geçememişler var şimdi... En son da dün geceye dair bir "böyle gecelerde" sesi.

21 Mayıs, 2012

insan...

ne zor şey... ne zor anlamak, anlatabilmek, anlaşabilmek...

zor çünkü gerçek... hava gibi, su gibi, yağmur gibi, tokat gibi... görmesen de var. duymasan da söylendiğini bildiğin kelimeler... duvarı geçemediğin kadar, çarptığın da canının acıması kadar gerçek bakan göz.

her insanın bir kullanım kılavuzu olsa... yok olmazdı yine... kişi, kendini bilemedikten sonra ne fayda...

sakin olacağım... gördüğümü unutup görmek için yeniden, duymak için... ve aynı zamanda başarabilirsem görüp duymamayı...

kocaman bir nefes alıp, kafamı kaldırıp gökyüzüne bakıp, usulca  vereceğim nefesimi. bak diyeceğim kendime, havaya karıştı gitti, bir hikmeti yoktu nefesti... kendin aldın, kendin verdin, bir nefesle kime dokundun?..
Sussan da olur yani, söylenen söz yetmiyorsa, laf yerine gitmiyorsa, havada uçuşup kaybolup gidecekse eğer niye bu kavga...


18 Mayıs, 2012

Kaybolan...

Barış.. o içte olan... uzağız hala...

Ne saçma... Stres gibi anlamsız bir kelimeye bağlıyorlar... Aslında öfkem, üzüntüm, hayal kırıklıklarım midemi kavuruyor...

Hangi doğan güneşe güvenip, hangi eli tutacağımı bilemiyorum. Yol biraz karanlık ve yağmurun sıkıntılı hali...
İbre az bir miktar şaştığında, yoldaşlarından uzak kalabilme hali...

Düştüm ya, kalkarım. Bugünün ne getireceğini görmek yerine uzaklaştırıp kaçarsam "daha iyi" olduğumu sansam da yok olmaz mıyım?

bu bahar da....
yaza  Allah kerim...
http://www.youtube.com/watch?v=aqKs6RnldtU


14 Mart, 2012

Nasıl barışırız?

Üst üste gelen kırgınlıkların ardından, o tortulaşıp biriken tatsız hisle nasıl baş edeceğini bilmediğinden yavaş yavaş uzaklaşırsın ya çok sevdiğin dostundan, bu gün ararım, yarın ararım diyerek erteleye erteleye... öyle uzaklaştım bende buralarda. Sanki biriken, üst üste gelen ve boğuşurken kendimi görmek istemediğim her şeyin sebebi buraymış gibi... 

Geleceğim... yakın zamanda hepsini toparlayıp buraya geri döneceğim ama, şimdi kaçıyorum başka bir suskuna... Uzun zamandan sonra Eğitimin -e hali'nde nefesleneceğim.

07 Şubat, 2012

BEYOĞLU SOKAKLARININ DEĞİŞEN YÜZÜ


 Yalnız, güvensiz, tedirgin ve küskün. Öfkesinden korkarım böyle derin bir küstürülmüşlüğün…
Yaklaşık on gündür İstanbul’dan, on beş gündür de kentin gündeminden uzaktım bunları düşündüğümde. Beyoğlu’na gitmeden bir gün önce internet haberlerinde Asmalımescit’te masaların toplandığı ile ilgili haberler görmüş, zaman zaman tekrarlanan bir tür ramazan etkinliği olduğunu düşünüp çok fazla önemsememiştim doğrusu. Hatta öyle ki, arkadaşlarımla ertesi gün kapı önü masalarında keyiflenmeyi, keyfi sokaktan alarak ve sokakla paylaşarak saatler geçirmeyi sevdiğimiz bir rum meyhanesine gitmek için sözleşmiştik bile.
Biz yine sokaklara hayaller kuraduralım, Beyoğlu’nun sokakları bambaşka bir karşılama hazırlamıştı bize, ellerinde olmadan… İstiklal Caddesi’nin meydandan girdiğinizde sağınızda kalan ilk paralelinde Ana çeşme, Kurabiye, Süslü Saksı gibi isimlerle birbirine bağlanan sokaklarından oluşan koridorun başına geldiğimde sarsıldım birden bire. Yürümeye devam ettim algılamaya çalışarak olan biteni. Güzel bir akşam geçirmek için yola çıktığımız mekanın önüne geldiğim de ise, mekanın kapanmış olduğunu gördüm. Cıvıl cıvıl kavanozların süslediği rafları boşaltılmış, rum türküleri susmuş, her daim önünde var olan birkaç kişilik esnaf muhabbetlerinden eser yok. Öte yandan dünyanın en güvenli yeri diye düşündüğüm Beyoğlu sokakları, ıssız, yalnız, tedirgin, köhnemiş ve tanımsızdı.
Bu hikayenin,  diğer pek çokları gibi alışılabilir ve unutulacak bir hikaye olmamasını diledim yürekten. Tam o hafta yapacağım bir iş gereği, Beyoğlu Kentsel Sit Alanı’nın tamamını sokak sokak dolaşacak olmam bir tesadüf olmasa gerek dedim. Biraz fotoğraf çektim, bolca anı biriktirdim. Mekan sahipleri ve yakın çevrede yaşayan sakinler ile konuştum. Gündemlerimizden silinip gitmesin, unutulmasın diye hikayenin en başına geri dönmeye karar verdim.
Belediye ve zabıta görevlilerinin herhangi bir uyarıda bulunmaksızın masaları toplamaya başlamasından öncesini hatırlıyorum aslında; bir süre önce yine hiçbir açıklama yapılmaksızın mekan önlerine beyaz noktalamalarla sınırlar çizilmişti. Tüm bu sürecin başlaması ile ilgili olarak yerel yönetimlerin üstün körü yaptıkları açıklamaların arasında mahalle sakinlerinin kalabalıktan, gürültüden ve evlerinin önünde alkol tüketiminden rahatsız oldukları; medya açıklamalarında ise kandil gecesi Şişhane’den aracı ile geçemeyen Başbakan’ın öfkesi var. İlki daha gerçekçi gelse de hem açıklamalarda tutarsızlıkların olduğu hem de uygulamanın çözüm amaçlı olmadığını düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum.
Beyoğlu iç içe geçmiş, karma bir kullanıma sahip, Beyoğlu kentin hala canlı kalan eski kent merkezi. İstiklal Caddesi en çok kullanılan aksı olsa da Taksim Meydanı’ndan Karaköy’e, Dolmabahçe’den Dolapdere caddesine kadar bir bütün olan Beyoğlu, her türlü kullanımı da barındırıyor.  Sokaklarda gezerken sohbet ettiğim konut kullanıcısı olan sakinlerden özellikle ana akslara, eğlence ve yeme içme mekanlarına yakın olan kısımlarında yaşayanların yaz aylarında artan gürültü ve kalabalıktan şikayet ettikleri doğru. Ama ne var ki, ne yerel yönetim yetkililerinin iddia ettiği gibi bir haftada 600 den 4000’e çıkan bir şikayet başvurusunu gerçekçi buluyorlar, ne de sokakların bu yeni kör sağır dilsiz halinden memnunlar. 
Beyoğlu’nun konut sakinlerinden sonra iş yeri sakinlerine, işletme sahiplerine çeviriyorum yönümü. Sohbet ettiğimiz işletmecilerden biri, on sekiz yıldır orada olduklarını söylüyor. Bu uygulamanın bir habercisinin aslında birkaç ay öncesinden geldiğini anlıyorum konuştukça. Bahar aylarında belirlenen ve ödenen işgaliye vergileri genellikle bir yıllık planlanırken bu yıl, yaz aylarına kadar düzenlenmiş. Yaz aylarında yeni bir düzenleme yapılacağı da belirtilmiş. İşgaliye vergisinin ne zaman uygulamaya geçtiğini, sokakların ne zaman ekonomik bir değere sahip olup önem taşıdığını konuşurken başka bir tezatlık çıkıyor karşımıza. Sokakların kullanımı aslında sigara yasağından sonra aktifleşmeye başlıyor, işgaliye vergisi ile de bu kullanım yasal hale getiriliyor. Ne değişti de aslında illegal olan bir kullanımı yasal hale getiren bir yerel yönetim, birden bire sert ve hırçın bir tavırla yasaklamaya gidiyor sorusunu sormak işten bile değil.  Sohbet ettiğimiz işletme sahibi, aslında bu uygulamayı suistimal eden işletmecilerin olduğuna da vurgu yapıyor. Daha çok kar amacı ile sokaklara haddinden fazla masa atıp sokağın koşullarını zorlaştırıp dokusunun bozulmasından ve haksız bir rekabet ortamı yaratılmasından da son derece rahatsız. Bu durumun, en başından beri olaylar bu raddeye gelmeden denetlenmesi ve yerinde ihtar ve uyarılarla düzenlenmiş olması gerektiğini düşünüyor.
Mekansal öğelerle kurulu bu denklemin bilinmeyenlerine geliyor şimdi sıra; kullanıcılara. Biraz dikkatli bir gezintiye çıktığınızda, eskiden iç mekanlarda var olan kalabalığın da artık olmadığını kolayca fark ediyorsunuz. Ben her şeye rağmen Beyoğlu’ndan vazgeçmeyenlerle konuşabildim tabiki ve bu birazda sınıfta olan öğrencilere ‘ gelmeyenler nerede? ‘ diye sormak gibi oldu. Kendimi de dahil ettiğim bu grup, insanların bu olaylardan sonra istemsiz olarak uzaklaşıp, soğuduklarını düşünüyorlar. Kendilerini ait hissettikleri sokaklar artık onları istemiyor sanki…
Hikaye, birbiri ile çelişkili sözlerle örülmüş. Hikayeyi oluşturan kişi, sanki büyük bir ustalıkla okuyucunun hangi cümlede nerelerde kaybolması gerektiğin ince ince planlamış gibi sanki. Bunu düşünmeme sebep olan şey ise, şimdi yasaklandı diye öfkelendiğimiz uygulamanın aslında yerel yönetimin kamusal ortak açık alan olan sokakların mülkiyetine sahipliğini ilan etmesi ve bunu kiralamış olması gerçeğinin hiç konuşulmuyor, fark edilmiyor olması. Ben su üstünde işletmecileri zarar uğratan ve insanların eğlence hayatına ket vuran bu uygulamanın arkasında çok daha ileriye dönük ve başka bir amacında olabileceğini düşünüyorum. Sokaklardan kaldırılan masalarla çırılçıplak hale gelen, insansızlaşan sokaklar daha o an, zamanın geçmesini bile beklemeden hızla köhneleşiyorlar. Ve bu zoraki köhneleşme sanki bir kentsel dönüşüm projesinin erken, ön habercisi gibi geliyor. Talimhane’nin oteller diyarı yapılması, Kentsel Sit Alanı içinde ve yanı başında turizm bölgesi ilan edilerek varlığı meşrulaştırılmış yüksek katlı modern mimarideki binalar, İstiklal Caddesi’nde toplumsal hafıza ve kimlik için son derece önem taşımasına rağmen akıbeti belirsiz bekleyen boş pasajlar, her sezon açılışını umutla beklediğimiz Atatürk Kültür Merkezi, Taksim Meydan’ı için tasarlanmış yayalaştırma projesi sanki sahipleri ile beraber kullanıcıların da değişeceği denli büyük çaplı bir soylulaştırmayı müjdeler gibi. Mevcut sosyal yapının değişimini kaçınılmaz kılacak olan böylesine büyük bir projenin, ancak sosyal yapıda ciddi yıpranmaların yaşanması ile gerekçelendirilebileceğini düşünüyorum. Sanırım sokaklarda kamyonlarla sürekli gezinen, esnaf ve halk ile son derece olumsuz bir dil ile iletişim kuran zabıta ve polis memurlarına bunu yapmalarını söyleyen ve gizli bir iktidarın dolaşımını sağlayan her ne ise, insanlar arasında gruplaşmaya ve sosyal bir çatışmaya sebep olmak için yeterli olacak.


bu yazı Ortabahçe Dergisi için hazırlanmıştır.

06 Ocak, 2012

Dipsiz Kuyunun En Derin Yeri

gibi sanki 203... Bitmedi, bitmiyor.

203'te ruhum daralıyor. Hayat, gerçek anlamda hayat, çok uzak erişilmez ve ben kendime sonsuz uzaklıkta hissediyorum kendimi.
Sanki ayağa kalkıp gitmek istesem bu dev duvarlar üstüme yıkılacak, o tarihi kolonlar karşıma dizilip çıkmazlar yaratcakmış gibi.

Oysa hayat tüm zorluklarıyla ne kadar güzel buranın dışında değil mi?